info@ellidokuz.com
Dolar Alış
:
34.4642
Dolar Satış
:
34.5263
Euro Alış
:
35.9849
Euro Satış
:
36.0497
Aranıyor, lütfen bekleyiniz...

Haftanın Filmleri 6 Mayıs 2016

Bu hafta 6`sı yerli, 10 film beyazperdede izleyiciyle buluşacak.

“KAPTAN AMERİKA: KAHRAMANLARIN SAVAŞI” DC Comics’in Batman ve Superman’i kapıştırmasından sonra bu kez Marvel aleminde işler karışıyor. Dost ve müttefik Iron Man ve Kaptan Amerika, karşı karşıya geliyor. Konu şu: Tamamlanan bir görevin ardından Yenilmezler grubunda “otoriteye boyun eğme” konusunda fikir ayrılığı yaşanır. Tony Stark şaşırtıcı olmayan biçimde hükümet kontrolünden yana olan grupta yer alır. Ama “sonunu düşünen kahraman olamaz” der diğerleri. “Kış Askeri”iyle birlikte Chris Evans toplamda dördüncü kez kalkanını kuşanıp Kaptan Amerika oluyor. Iron Man’de ise Robert Downey Jr. yine hazır ve nazır. Yönetmen koltuğunda “Kış Savaşı”nda teknik işçilikleri övülen Anthony-Joe Russo kardeşler var. Beklentiler yüksek. Üstelik filmin Örümcek Adam kozu da cabası. Yİne de, vaat ettiklerinin sınırlı olduğu bir gerçek. “ÇÖL KRALİÇESİ” Gertrude Bell garip bir kadın. Yazar, gezgin, arkeolog ve 20. yy sonlarının İngiliz İmparatorluğu’nda siyasi bir figür. Ama hakkında bilinmeyenler daha fazla. Bu ilginç kadın karakterin hikayesini yazıp yöneten isim ünlü sinemacı Werner Herzog. Başrolü üstlenen isim ise Oscarlı Nicole Kidman. Buraya kadar her şey güzel. Ama ülkesinden çok uzak coğrafyalarda maceraya atılan bu kadının hikayesinde “aşk” fazlalıkmış gibi duruyor nedense. Başlıkta göndermede bulunduğumuz Arabistanlı Lawrence’ın aksine Bell, gittiği coğrafyaları değiştirmekten çok oralardan etkilenip kendi değişen bir tipe dönüşüyor. Bu da gizemini yaralıyor. Oyuncu kadrosunda Robert Pattinson, Damien Lewis ve James Franco gibi isimler de var ama Herzog’un filmi, film boyunca sıkça göreceğiniz çöllerde bir vaha olmaktan hayli uzak. “SONSUZLUK TEORİSİ” Hindistan’tan Batı’ya beyin göçü, özellikle teknoloji dünyasında kendini kuvvetli biçimde hissettiren bir mefhum. Bu göçün geçmişteki en parlak hikayelerinden birini anlatıyor film. Hindistan’ın yoksul bir semtinde büyüyen Srinivasa Ramanujan Iyengar’ın matematikteki hüneri, ismini ülkesinin ötesine taşır. 1. Dünya Savaşı’nın sıkıntılarını yaşayan İngiltere onu keşfeder. Profesör Hardy rehberi olur. Genç Hintli matematikçi, bilmeceleri çözmeye alışkındır. Aslında çözmeye de çalışmaz, baktığında doğrudan çözümü görür. Bilimadamlarının yüzlerce yıl üzerinde çalıştığı teorileri o kendiliğinden keşfeder. Ama bilimsel açıdan ciddi bir sıkıntısı vardır: kanıt. Akademi dünyası, karşısındaki dehanın farkındadır ama bilim, kanıtla ilerler. Iyengar bir yandan da yabancısı olduğu bu ülkede “yabancı düşmanlığı”yla mücadele etmek zorunda kalır. Gerçek bir hikayeden uyarlanan bu etkileyici dramanın başrollerinde Dev Patel ve Jeremy Irons var. Filmin yazar-yönetmeni Matt Brown’un geçmişte yine dehaların ve yaşadıkları zorlukların anlatıldığı “Good Will Hunting” veya farklı da olsa “The Theory of Everything” çapında bir filme imza attığı söyleniyor. “İŞKENCE ODASI” 2008 tarihli Fransız yapımı gergin filmin -ki çok beğenilmişti- yeniden çevrimiyle karşı karşıyayız. Başarılı bir gerilim filmi, aynı hikayeyi anlatıp nasıl başarısız bir işe dönüştürülür, işte örneği. Ülkemizde sıkça haberlerini okuyup izlediğimiz çocuk istismarı konusuna eğiliyor film. Çocukken kaçırılıp türlü işkenceye uğrayan ve ama bir şekilde hayatta kalan Lucie, kurtulduktan sonra devlet tarafından bir yetimhaneye yerleştirilir. Aklında tek bir düşünce vardır: intikam. ABD sinemasının, başarılı olmuş Avrupa filmlerine el attığında bünyemizde hissettiğimiz gerilimin nedenlerine güzel bir örnek gibi duruyor bu haliyle. Tek gerilimi de bu. “İFRİT’İN DİYETİ: CİNNİA” İnsanları görsel efektlerle değil de “gerçek”lerle korkutmaya çalışan sinema meraklısı üç genç arkadaş, bakın burası çok enteresan, cin temalı bir film çekmeye karar veriyor. Karşılaştıkları bir adamın dediği gibi “gerçekler onları korkutmaya” başlıyor. Çekmeye çalıştıkları filmin asıl oyuncuları haline geliyorlar. Özgür Özberk-Şahin Yiğit ikilisinin çektiği filmde Özberk aynı zamanda oyuncu kadrosunda. Filmin bizi korkutan tek yanı, tüm iyi niyetine karşın benzerlerinin arasında kaybolacak olması. “ANKARA YAZI: VEDA MEKTUBU” Geçmişiyle yüzleşmeye pek meraklı olmayan toplumlarda dönem filmi çekmek zordur. Hele askeri darbe sırasında işlenen işkence suçlarını anlatmak, hayli güç bir mesele. Kemal Uzun’un çektiği film, bu bakımdan ilgiye değer. 12 Eylül darbesinden sonra idam edilen Mustafa Pehlivanoğlu’nun hikayesine eğiliyor film. “Balgat katliamı”nın sorumlusu olarak tutuklanan Pehlivanoğlu’nun işlemediği bir suçu işkence zoruyla itiraf etttiğini anlatıyor. Dönemin koşullarını yansıtması bakımından ilgi çekici bu hikayenin başrollerinde Gürkan Uygun, İpek Tuzcuoğlu gibi tanıdık isimler de var. Neyi nasıl anlatırsa anlatsın, iyi ya da kötü demeden, bu tür dönem filmlerine sinema adına ihtiyacımız olduğu kesin. “ADIM ADIM” Hayli duygusal bir film karşımızdaki. Naif. Tutkular ve bedensel engeller üzerine bir şiir sanki. Ama kafiyeler eksik gibi. Tamamlanmamış mısraları var. Naiflik de herkese göre değil. Yine de güzel sorular soruyor: tekerlekli sandalyeye mahkum bir genç, dans etmek isterse ne yapabilir? Ya duymayan biri müzik tutkusuyla, görmeyen biri resim aşkıyla yanıp tutuşursa? Durun bir dakika, Haldun Dormen var filmde. Onun sözleri ders gibi. Yazıp yönettiği filmde Sinan Uzun’un da alkışlanacağı muhakkak. Bedensel engelli gerçek baletlerin rol aldığı film, başka dilde çekilse, sanki sayısız festivale koşacak gibi. Bir adım, sonra bir adım daha. “BAŞGAN” Bir ada düşünün. Güneyinde yaşayanlar daha nitelikli bireylermiş gibi imtiyaz sahibi. Kuzeydekiler ise “tanınmayan” toprakların insanları. Kıbrıs’tır adı onun. Film bizi Arif Salih Kırdağ ile tanıştırıyor. Lakabı “Başgan”. Hedefi belli: Kıbrıs sorununu çözeceğine inanıyor. Destek arıyor. Buluyor da. Ama giderek kendi ayakları üzerinde duramamaya başlıyor. Belgeselimsi filmin yönetmeni Orhan Eskiköy. “5 DAKKADA DEĞİŞİR BÜTÜN İŞLER” Bu sayfalarda nice korku filminden gerilmedik, iyi çıkmayacağından endişe ettiğimiz yerli komedilerden gerildiğimiz kadar. Tamam her film emek işi. Tamam, oyuncular ter akıtıyor iyi bir iş çıkması için. Ama biz zaten çok şey istemiyoruz ki! Üzerinde biraz kafa yorulmuş bir senaryo olsun, vaat ettiğini yerine getirmek için biraz çaba gösterilsin, hepsi bu. Yoksa gişede yenileceksen yine yenil, ama daha iyi yenil! Yok, olmuyor. Mahalleden arkadaş Sedat, Harun ve Cihan, bahisten kazandıkları parayla bir pavyona gider. Amaçları şudur: sarhoş olup çılgınca eğlenmek ama içerideki kızlara asla aşık olmamak! O gece işler ters gidiyor. Pavyon sahibinin Emre Altuğ olması gibi gariplikler çarpıyor arada göze. Tüm bunların sonunda “5 dakka” gülebilsek eyvallah diyebilirdik. “YARIM” Sinema salonlarımızın her hafta yerli filmlerle dolup taşması üretim açısından iyi bir şey gibi görünse de çoğu zaman gerçekten önemli örnekleri ıskalamamıza yol açabiliyor. Hikaye anlatabilen, derdi olan filmlerden söz ediyoruz. “Yarım”, 15 yaşındaki Fidan’ı anlatıyor. Köy kızıdır. Yoksuldur. Babası, daha kötüsü olamaz diye Fidan’ı daha iyisi olsun diye para karşılığı resmen “satar”. Fidan’ı almaya gelen yeni aile Egelidir. Uzak coğrafyadandır. Fidan o uzun yolculuğun sonunda, kocası olacak adamla tanışır. Gerisini anlatmayalım. Film bunu yapabiliyor zaten.