CLOUD ATLAS
Yılın en fazla beklenen yapımlarından Cloud Atlas, bu ayın belki de en çok konuşulacak filmi.
David Mitchell’in kütleşen romanından 100 milyon doları aşan bir bütçeyle uyarlanan Cloud Atlas, farklı zamanlarda geçen 6 hikayeden oluşuyor. 19. yüzyılda başlayıp kıyamet sonrası geleceğe uzanan hikayeler insanların eylemlerini ve bu eylemlerin sonuçlarının geçmişi, bugünü ve geleceği nasıl etkilediği üzerine. 5 dakikalık ilk görüntülere rağmen filmle ilgili en çok detayı yine uyarlandığı metne bakarak bulabiliyoruz. Kitaptaki 6 hikayede 6 karakter/kahraman var; 1850 yılında, Yeni Zelenda’da noterlik görevinden evine dönen Adam Ewing, 1931’in Belçika’sında dahi bir müzisyenin nota katipliğini yapan Robert Frobisher, 1975’te ölümle yüz yüze gelen gazeteci Luisa Rey, günümüzde başı belaya giren yayıncı Timothy Cavendish, gelecekte Kore’de ölüme mahkum edilen android garson kız Sonmi ve son olarak gelecekte, tarih öncesi bir zamanda bilimin ve uygarlığın çöküşüne tanıklık eden Zachry.
LOOPER
Cloud Atlas’la birlikte yılın bir diğer öne çıkan bilimkurgu filmi Looper.
Brick’i izlediğimiz zaman beynimizden vurulmuş bir vaziyette yönetmenin adını zihnimize kazımıştık zaten. Aynı etkide olmasa da The Brothers Bloom sonrasında da ‘takip edilmesi gereken yönetmen’ sıfatını hakkıyla taşımaya devam etti Rian Johnson, Ve şimdi, senaryosuna da imzasını attığı Looper ile bir kez daha ‘sağlam’ bir işe imza attığı ilk gelen yorumlar arasında. Zamanda yolculuk yapabilmenin mümkün hale geldiği bir gelecekte geçen film, bilimkurgu sinemasının son yıllardaki en heyecan verici örneklerinden biri olarak görülüyor.
Fazlasıyla merak uyandıran öyküden kısaca bahsetmek gerekirse; zamanda yolculuk teknolojisi mafyanın eline geçmiştir ve yeraltı dünyası ne zaman kurtulmak istediği bir düşmanı olursa Tetikçiler (Looper adı verilen grup) tarafından temizlenmesi için 30 yıl öncesine paketler. Fakat mafya üyeleri bu döngüyü sonlandırmak için en iyi tetikçilerden olan Joe’ya, gelecekten Joe’nun kendisini gönderince işler karışır.
MAGIC MIKE
Türden türe atlayan usta yönetmen Steven Soderbergh, bu kez erkek striptizcilerin dünyasına giriyor.
CENNETTEKİ ÇÖPLÜK
Fatih Akın’ın son filmi Cenneteki Çöplük ilk gösterimini Altın Koza’da yaptı.
Televizyonda, gazetelerde sürekli tekrar eden haberler var. Koca puntolarla değil elbette, çok rahatsız etmeyecek şekilde, yani etkisizce okunup geçilecek haberler. Karadeniz’den buralara uğrayan ve bu tarife uyan haberlerin de ne olduğunu biliyoruz. Yeni yapılanmalar, ihaleler, dönüşümler dersek daha fazla bir şey söylemeye gerek kalmaz herhalde.
Cennetteki Çöplük’ün Altın Koza Film Festivali’ndeki prömiyeri sırasında belgeselin kameramanlığını yapan Bünyamin Seyrekbasan ve ailesi Fatih Akın’a birçok sebepten teşekkür etti ama altını çizdiler, ‘’en önemlisi de sözünü tuttuğu için teşekkür ederiz’’ dediler. Fatih Akın’ın sözünü tutmasının önemi büyük... Her gün çevremizde, her şehirde olup biteni izlediğimiz/ izlemek zorunda bırakıldığımız bir dönemdeyiz. Karadeniz de bundan mahrum kalmıyor. Hatta güzelliğiyle fazladan dikkat bile çekiyor!
BAHMAN GOBADI SİNEMASI
Bu ay son filmi Gergedan Mevsimi ile seyirciyle buluşacak.
İran-Azerbaycan sınırında bulunan Kürt şehri Bane’de doğan Bahman Gobadi’nin sınırlarla kurduğu ilişki çocukluğuna uzanır. Bir sınır şehrinde doğması ve anne babasının erken yaştaki ayrılıkları onun sinemasını da şekillendirir. Annesiyle birlikte İran Kürt bölgesinin en büyük kenti Senendec’e taşınırlar. Burada bir grup amatör sinemacıyla 1991 yılında bir araya geldiğinde artık sinemadan başka bir sınırda yürüyemeceğini gösterir Gobadi. 2000 yılına kadar onlarca kısa film çeker, uluslararası festivallerden ödüller alır,bölgeyi çok iyi bildiği ve iyi kısa filmleri olduğu için Abbas Kiyarüstemi’ye Bad ma ra khahad bord (Rüzgar Bizi Sürükleyecek, 1999) filminde baş asistanlık yapar. İran yeni dalgasının bir diğer ustası Muhsin Makmelbaf’ın yazdığı, kızı Samira’nın çektiği Taxte Reş’te (Kara Tahta, 2000) hem oyuncu olarak yer alır hem de filmin gerçekleşmesinde önemli katkılar sunar. Kara Tahta filminde sınırlarda sırtında kara bir tahta taşıyıp küçük çocukları eğitmek isteyen çileli bir öğretmeni çok başarılı bir biçimde canlandırarak; sinema izleğinde de önemli bir metafora dönüşür. Bahman Gobadi sinemasının ilk dönemi sınırların ve çocukların yarım kalmış şiirleriyle çevrili mistik bir düşün, kabusla içiçeliğidir bir bakıma.
10 SAVAŞ KARŞITI FİLM
Savaşın, şiddetin, düşmanlığın günümüzün her anını kuşattığı zamanlardan geçiyoruz. Kanıksamaya başladık üstelik, alıştık, umursamamayı öğrendik. Oysa ne diyorduk hep: “savaş cehennemdir”. Bunu yeniden hatırlayalım istedik biz de ve sinema tarihinin bizce en etkileyici 10 savaş karşıtı filmini sıralayalım dedik.Barışa özlem duyanlara ithaf olunur.
10
Cephede Eğlence
Robert Altman’ın ancak Kubrick ve Chaplin gibi dehaların altından kalkabildiği bir işi becerdiği Cephede Eğlence ( M.A.S.H ) savaş mizahi bir pencereden bakan unutulmaz bir film. Kore Savaşı sırasında cephede görev yapan doktorların maceralarının anlatıldığı film trajik bir konuyu asla hafifleştirmeden ve aslında belki de çok daha çarpıcı bir şekilde eleştiren, savaş karşıtı bir başyapıt şüphesiz.
9
Yazı Tura
Uğur Yücel ilk filminde Türkiye’nin en büyük sorunundan ‘gerçek’ bir film çıkarıyor. Güneydoğu’da birlikte askerlik yapan Rıdvan ve Cevher’in hikayesi bu ülkenin ta kendisi çünkü. Biri kulağını, biri ayağını kaybetmiştir bu anlamsız savaşta. Bu ‘erkeklik’ savaşında tek yitirdikleri organları değildir elbette; hayalleri, sevdikleri, hayatları da yitip gitmiştir. Bir grup üniformalı daha görürüz son sahnede. Hayalleriyle birlikte asker olan genç erkekler. Gerisini biliyoruz zaten.
8
Büyük Aldanış
Jean Renoir 1937 tarihli Büyük Aldanış’ta ( La Grande Illusion ) kamerasını 1. DünyaSavaşı’na çeviriyor ve bir hümanizm başyapıtına imza atıyor. Jean Gabin ve Erich Von Stroheim gibi isimlerin rol aldığı film bir yandan da yükselen Nazizmin ve yaklaşan yeni savaşın ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde aslında geleceğe dair çok önemli saptamalarda bulunuyor. Sınıf, ırk, milliyetçilik gibi kavramların ele alındığı Büyük Aldanış savaşın ardındaki saikleri tek tek deşerken ilginç bir şekilde tek bir savaş sahnesine bile yer vermiyor.
7
Paths of Glory
Savaş Stanley Kubrick’in en çok kafa yorduğu mevzulardan biriydi ama herhalde 1957 tarihli Paths of Glory yönetmenin savaşı anlattığı filmlerinin en kapsamlı olanıydı. Sadece savaşa değil, militarizme, milliyetçiliğe ve iktidar kurumuna da yıkıcı eleştiriler getirdiği Paths of Glory yönetmenin keskin zekasını, muhalif dünya görüşünü ve en önemlisi gerçekçi ama itaatsiz tavrını gözler önüne seriyordu. Finalde herkesin eşlik ettiği halk şarkısı ise insanlığa duyduğu küçük umudun kaybolmaya yüz tutan yankısı gibiydi adeta.
6
Full Metal Jacket
Savaşın sadece cephede değil o üniformaların giyildiği an eğitimde başladığını daha iyi anlatan bir film bulmak zor herhalde. Stanley Kubrick, iki bölüme ayırdığı ‘Full Metal Jacket’ta daha ilk bölümde; yani askerlerin Vietnam Savaşı öncesi aldığı eğitimde gerçek savaşı gösterir. Askerlere kafayı yedirten eğitim psikolojilerini alt üst ederken - eğer kafayı yemezlerse – onları savaşa hazırlar. Asıl cehennem ikinci bölümde onları bekler çünkü.
5
Hair
Milos Forman’ın aynı adlı müzikalden sinemaya uyarladığı Hair 20. Yüzyılın en umutvar dönemlerinden birinin ürünü aslında. Hippi kültürünün yükselişte olduğu, barış ve sevgi gibi kavramların gerçekten bir şeyler ifade ettiği 60’lı yılları yansıtan film savaş karşıtlığının yaşam biçimine dönüştüğü bir rüyadan ibaret aslında. Galt MacDermot, James Rado ve Gerome Ragni üçlüsünün şarkılarıyla efsaneleşen Hair, özellikle o yürekleri burkan ama bir yandan da alabildiğine yükselten finaliyle unutulmazlar arasına giriyor.
4
Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok
Savaşın yıkımını ve anlamsızlığını anlatan ‘All Quiet on the Western Front’ (Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok) onur, bayrak ve hamaset dolu inanışların içinin bomboş olduğunu acı bir şekilde haykırıyor. Öğretmenlerinin vatanseverlik kışkırtmalarıyla savaşa katılan gencecik çocuklar, savaşın kitaplarda yazıldığı ve kendilerine anlatıldığı gibi olmadığını gördüklerinde o korkunç tablonun çoktan parçası olmuşlardır bile... Üzerinden 80 küsur yıl geçmesine rağmen hala etkisini ve anlamını yitirmemiş gerçek bir başyapıt.
3
Kıyamet
Joseph Conrad’ın Heart of Darkness adlı romanından hareketle Francis Ford Coppola’nın çektiği film yönetmenin deyişiyle Amerikan savaşının cahil milyonlara uygarlık getirmek değil, kolonyalizmin ta kendisi olduğunu gösteriyordu. “Korku ve vahşet” diyordu Coppola “ormanın derinliklerinde değil, bizzat Amerikan kültüründeydi.” Sabahları napalm kokusuyla uyanan Kilgore, ormanda kendi içindeki karanlığını bulan Willard ve dehşetin cisimleşmiş hali Albay Kurtz… Savaşın bir cinnet hali olduğu daha güzel anlatılamadı hala.
2
Gel ve Gör
Bir film demek ‘Idi i Simotri’ (Gel ve Gör) için eksik bir tanımlama olacak muhakkak. Elem Klimov’un 1985 yapımı başyapıtı savaşa gerçek bir ağıt adeta. 13 yaşındaki Florya’nın gözünden savaşın şiddetini gösteren film, bu dehşetin ne boyutta olduğunu her sahnesiyle izleyenin zihnine kazıyor. Alman işgali altındaki Belarus kasabasında geçen film hiç uğruna ölenleri anlatırken Florya’nın gözlerine sadece o hikayedekilerin ya da o kasabanın, ülkenin değil tüm insanlığın acısını yerleştiriyor.
1
İnce Kırmızı Hat
Bütün o görkemli savaş filmlerinin, bol efektli sahnelerin, birbirinin kopyası kahramanlık hikayelerinin karşısına tek bir film koyulacaksa eğer o film The Thin Red Line’dan (İnce Kırmızı Hat) başkası olamaz! Savaşın korkunçluğundan çok askerlerin iç dünyasına sızan film, onların korkularını, özlemlerini ve hayallerini doğa ile ölüm arasındaki karelere yerleştiriyor. Terrence Malick’in James Jones’un kitabından uyarladığı bu varoluşçu başyapıtı ‘şiir gibi film’ benzetmesinin karşılığı aynı zamanda. Öyle ki, 170 dakika bittiği zaman filmin etkisini atlatmanın tek yolu bir kez daha izlemek…
TORONTO’DAN 5 KEŞİF
Toronto Film Festivali’nde bir an için çok konuşulan filmleri bir kenara bırakalım ve ilgi çekici keşif filmlerine odaklanalım. İşte festivalden 5 küçük sürpriz…
Le magasin des suicides
“Animasyon” ve “intihar” kelimelerine aynı cümlede rastlamak ihtimaller dahilinde değil sanırdık, anlaşılan yanılmışız. Le magasin des suicides sadece intihar meselesini merkezine yerleştirmiyor, bir de onu komedi malzemesi yapıyor. İntihar etmenin nefes almak kadar doğal sayıldığı bir gelecekte geçen film, bu işi ticarete dökmüş Tuvache ailesinin maceralarını anlatıyor. Hayatlarından sıkılmış, tek kurtuluşu ölümde gören, ancak nasıl ölecekleri konusunda kararsızlığa düşen insanlar, intihar malzemeleri satan bu ışıltılı dükkanda buluyorlar kendilerini. Ne zaman ki, Tuvache ailesine hayata sıkı sıkıya bağlı, güleryüzlü bir bebek katılıyor, işte o zaman intihar dükkanının depresyona ve acıya dayalı dengeleri sarsılıyor. Le magasin des suicides aynı anda birçok şey olabiliyor: Kara mizah dolu bir güldürü, müzikal, eski usul bir animasyon ve başarılı bir edebiyat uyarlaması. Fransız animasyonlarının kendine has çizgilerinden hoşlananlar cennetten bir köşede bulacak.
Room 237
Bu belgeselde yorumlarını dinlediğiniz insanlar, bir filmi algılama şeklinizi değiştirebilir. Özellikle de bu bir Stanley Kubrick filmiyse. Room 237’da The Shining’in iflah olmaz hayranları bir araya gelmiş ve bu klasiği en küçük parçasına ayrıştırmış. Amaç, hem filmin ardında özenle saklanmış gizli Kubrick mesajlarını bulmak hem de resme daha yukarıdan bakmak. Filmden görüntüler eşliğinde dinlediğiniz hayli ilginç teoriler zaman zaman inandırıcılığını yitirse de, ekibin bu büyük uğraşı karşısında büyülenmekten kendinizi alamıyorsunuz. Eğer The Shining için aşırı bir sevgi beslemiyorsanız, anlatılanlara inanmak ya da inanmamak size kalmış, önemli olan filmin The Shining’e hiç bakmadığınız bir gözle bakmanızı sağlaması ve kesinlikle filmi birkaç kez daha izleme isteği uyandırması. Ancak The Shining’i delice bir aşkla seviyorsanız, bu belgeseli başucu filminiz yapmanız işten bile değil.
Smashed
Mary Elizabeth Winstead’in varını yoğunu ortaya koyduğu Smashed alkolik bir kadının bağımlılığından kurtulma çabası üzerine. Winstead’in neredeyse tek kişilik bir şov sergilediği bu çok özel bağımsız film, bağımlı ana karakterini yargılamadan durumunun vahametini seyirciye göstermek gibi zor bir görev üstlenmiş. Gücünü ise karakterin özel yaşamı ile sosyal yaşamı arasındaki uçurumu derinleştirerek, bağımlı olma halini seyircinin kendini ait hissetmediği bir atmosfere değil, gerçek hayatın tam ortasına oturtma tercihinden alıyor. Üstelik mizahı da yok saymayarak. Alkışlar, nihayet kendini gösterme fırsatı yakalayan Winstead için.
Ahí va el diablo
Bu korku filmini sevmek için korku türünden önce B filmlerini seviyor olmanız gerekiyor, çünkü karşınızda deyim yerindeyse “leş” bir şeytan/kötü ruh filmi var. Meksika’dan çıkan bu rahatsız edici öğelerle dolu, harikulade film, kaybolduklarını sandıkları çocukları ansızın döndükten sonra onlarda bazı tuhaflıklar fark eden bir çifte odaklanıyor. Hikayeyi etkisi altına alan kötücül gücün özelliği, izleyiciyi kötülüğü seksle bağdaştıracağı şekilde yönlendirmesi. Bu da filme hem leziz bir B filmi havası kazandırıyor hem de hafif bir mizah sosu ekliyor. Ancak korku türü her daim kendini hissettiriyor. Vizyonun yakınına bile yaklaşamayacak bu filme ancak festivaller kucak açabilir.
Antiviral
Yönetmenlik babadan oğula geçen bir hüner değil, ama David Cronenberg’in oğlu Brandon Cronenberg ilk filmi Antiviral ile babasının oğlu olduğunu kanıtlamayı kafasına koymuş. Hem de babasını taklit etmeden. Genç Cronenberg, harika bir bilimkurgu/gerilim fikrini hayata geçirmiş. Filmin ana karakteri, ünlülerin taşıdığı virüsleri, onlarla ortak bir noktaları olsun isteyen sıradan insanlara enjekte eden bir klinikte çalışıyor. Yönetmen, tıpkı babasının ilk döneminde yaptığı gibi, beden teması çerçevesinde rahatsız ediciliği ve gerilimi öne çıkaran bir çizgide ilerliyor, ama gelecek filmlerinde daha da belirgin hale gelecek üslubunun farklılığını yeterince hissettirerek. Antiviral bir ilk film olarak festival izleyicisinin keşfetmekten büyük keyif alacağı bir potansiyele sahip. Arkasından gelecekleri merakla bekliyoruz.