Az önce Yıldız’ın, “Anne, babamın uçağı düştü. Aşırı rüzgâr, her yandan yağan mermiler vardı,” diye haykırışı sabaha kadar kulaklarında çınlamıştı. Oysa kızı sabah uyandığında hiç olmadığı kadar mutlu olmalıydı. Öyle ya, babasının doğum günüydü. Ev süslenecek, pasta yapılacak, hediye almak için alışverişe çıkılacaktı.
Az sonra koridordan gelen ayak seslerini duydu. Saatine baktı. Henüz sabah altı bile olmamıştı. Yıldız yerde bağdaş kurmuş, gözlerini ovuşturuyordu. Anne kızın bakışları birleşti. Yıldız, “Lütfen anne, babamı bul!’’ dedi fısıldar tonda. Kadın donakaldı.
Yıldız kıpır kıpır dudakları, titrek sesiyle ikinci rüyasını anlatırken kapı tıklar gibi oldu.
Hüma Tan’ın bakışları kızından kapıya doğru yönelirken yüzündeki ifade açık bir kitap gibi okunuyordu; kireç rengine dönüşmüş bir beniz, donuk gözler ve gergin dudaklar…
Bir süre sonra kapı bir kez daha tıkladı. Yıldız annesine dehşetle baktı. Kapı artık tıklanmıyor, zil ürküten bir tonda çalıyordu. Apartmanın koridorundan duyulan acı çığlık, sütle dolu bardağın yerde tuzla buz oluşu, Yıldız’ın kapıya fişek gibi fırlaması. Geceliğin etekleri savrularak kapıya doğru fırlayan küçük kızı havada yakalayan Hüma Tan…
Yıldız çırpınıyor, Yıldız haykırıyor, Yıldız sönüyordu…
Peki Kartal Tan’a ne olmuştu? Yıldız’ın rüyasında gördüğü vizyon ne kadar gerçekti?
Üç nesile uzanan; aşk, mücadele ve tarihle harmanlanmış çarpıcı bir roman.
(Tanıtım Bülteninden)